• Gökyüzü, açılmış bir yaranın parlak etleri gibi
    kıvrımlarını çıplak gözün önüne serdi.
    Tanrılar, unutuşun kayıp çiçeklerini çeşitli renklere boyayarak
    yeryüzüne serptiğinde,
    ben hala avcumda tuttuğum şarapla
    çıplak bir uykunun eşiğini izliyordum.

    Tenim, çözülmüş iplerden,
    ağır nefeslerden ve gecenin
    en karanlık şafağından dökülmüş sessizliklerden dokunmuştur.
    Ah, cennet;
    altın küleler gibi savrulan bedenlerin
    donmuş zafer marşıyla yankılandığı yer!
    Burada ölmek,
    kusursuz bir sevinci toprağa emanet etmek gibi.

    Kadehimi göklere doğru kaldırdım,
    bütün tanrıların adlarını,
    ölmüş tanrıların unutulmuş dillerinde fısıldadım.
    Kimin adı bu gövdeleri böyle yıkar,
    kimin sesi,
    zamanın iliğini söküp üzerimize
    büyük bir sonsuzluk giydirir?

    Bütün ilahiler unutulduğunda,
    boş bir gökyüzüyle ne yaparsın?
    Kim diz çöker ölümün elbisesine,
    kim kapanır şehvetin kadehine?
    Gövdemi eski duvarlara yasladım,
    kaybolan tapınakların serin taşlarında
    kanımın yavaş yavaş dünyayı beslediğini hissettim.

    Ve şimdi, cennetteyim ve ölüyüm.


  • Bir halk, varlık adına yazdığı her kelimede, her sesinde bir yemin eder. O yemin, kimlik değil, daha derin bir arayıştır — kimliğin ötesine, bir halkın öfkesine, korkusuna, sevinçlerine, ama en çok da görünmeyen yaralarına dokunan bir arayış.

    Her topluluğun en büyük gücü, kendine ait olanı en derin katmanlarda hissedebildiği o anı bulabilmesindedir. Bu sadece bir kavmin değil, bir varoluş biçiminin tarifidir. O güç, ne dışarıdan gelen bir saldırıya yanıt vermek, ne de başka birinin kodlarıyla şekillenen bir rüyadır. O güç, içimizde, bir toprak kadar eski, bir nehir kadar derin ve bir dağ kadar sarsılmazdır. Her bir kök, her bir damar, en başından beri o kudreti taşır.

    Kuvvet, gerçeği sorgulamaktan doğar, itaatten değil. Bu, sadece “biz” demekle varılan bir yolculuk değildir; “ben”in yeniden var edişidir. Bu kudret, en sert fırtınaların ve en karanlık geceyi aydınlatacak olan ışığın kaynağıdır. Toprak, bir halkın en derin acılarıyla yoğrulmuşken, ruhu, o halkın varoluşunun bir özüdür — ve bu öz, tinsel bir kudretle yoğrulmuş bir güç olur. Kimlik, sadece bir etiket değil, bir manifesto, bir dilin devrimi, bir bakışın itirafıdır. Bu devrim, belirli bir sınırın dışında değildir; her bir düşüncenin, her bir bilinç akışının içinde direnir.

    Bizim görevimiz, bu kudreti bilinçli kılmak, bu acıyı kutsal bir öfkeye dönüştürmektir. Çünkü, yalnızca “olduğumuz” değil, “olmayı” kabul ettiğimiz bir dünya, bir halk yaratır. Ve bu halk, tüm varlıkla, her düşünceyle, her kargaşayla bir hesaplaşmaya girecek kadar cesur, yeterince eski ve yeterince yenidir. O zaman, ne geri çekilmek, ne de susmak gerekecektir. O zaman, her sesin bir felsefeye, her bakışın bir kıyamete dönüştüğü, gerçek bir dirilişe adım atılacaktır.